Günümüzde etkisi altında kaldığımız büyük emperyalist propaganda bir yandan genç beyinleri karıştırıp onları doğru karar alma süreçlerinden uzaklaştırırken, diğer yandan kavramları oturmuş insanlarımız üzerinde de baskı kurarak onların doğru bildiklerini söylemesinin önünü kesmeye çalışmaktadır. İnsanların genel tavrı, yeni bir şeyler ortaya koymak yerine kabul görmüş olanın peşinden gitmektir. Kabul görmüş düşünceler peşinden kabul görmüş değer yargılarını getirir. Bu değer yargıları tek bir olayla oluşmaz. Uzun süreli etkiler, yargıların olumlu ya da olumsuz yönde büyümesine sebep olur. Toplumdaki etken propaganda ne ise onun arkasına saklanarak hareket etmek en sıkıntısız yoldur. Hemen söyleyelim bunun için asla cesaret gerekmez. Zor olan doğru bildiğini söylemek, cesaret ise doğru bildiğini toplumun kabul görmüş yargılarına uymasa bile yapmaktır. Yani Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkarsan, bu doğru veya yanlış yaptığını göstermez ama cesur olduğunu gösterir. Başka bir örnek verirsek milyonlarca yerlinin cesedi üzerine kurulmuş olan güçlü bir devlete şirin gözükmek için cesarete ihtiyaç yoktur, cesaret ona karşı çıkmakta bunun insanlık suçu olduğunu söyleyebilmektedir. Söylediniz, peki söylediğiniz doğru muydu? Benim biraz önce söylediğim katledilen milyonlarca yerli doğrumuydu? Yoksa karalamak istediğim bir uygarlığı yermek için mi söylemiştim?
İnsanlar yıllar içerisinde doğruyu bulabilmek için düşünce kalıpları gerçekleştirmişler ve önlerine gelen sorunları bu kalıplarla çözmek istemişlerdir. İlk başlarda töreler ve düşünce akımları ile doğru ve yanlışı ayırt etmeye çalışan insanlık, sonrasında dinlerin etkisinde kalmış ve arayışını dinlerin içerisindeki kabuller ile gerçekleştirmek istemiştir. Örneğin; din, aynı dine inansa bile her insanın dünyaya bakışının farklı olarak gerçekleşebildiği bir kabul sistemidir. Bir kısmı kitaplarda yazan bilgilerden ancak çok daha büyük bir kısmı nesilden nesle yorumlanarak gelen bilgilerden oluşmaktadır. Bir düşünce sistemini sürekli yorumlayarak geliştirebilirsiniz ama tüm doğrular bu kitabın içerisindedir, bu kitabın dışarısında hiçbir doğru yoktur düşüncesine kapılırsanız batılıların skolastik düşünce olarak adlandırdıkları açmaza sürüklenirsiniz. Siz evrendeki tüm gerçekleri bir kitaba toplamak isterseniz, doğal olarak o kitap ne kadar yazılırsa yazılsın bitmez, çünkü her yeni yaşam beraberinde yeni bilgiler ve kavramlar oluşmasına neden olur.
Her şeyin sürekli değiştiği ve bilginin sürekli arttığı bir ortamda değişmediğini düşündüğünüz kavramlarla sonuca varmak olanaksız olduğu gibi anlamlı da olmayacaktır.
Şöyle ki; kitapta yaratanın, yarattığı doğanın kanunlarını yazdığını düşünüyor olabilirsiniz. Bu durumda o kitaba başvurmadan kendi araştırmaları ile doğa kanunlarını çözen insanlar ki biz onlara bilim insanları diyoruz, size göre çok daha üstün vasıflı ve inançlı insanlar olacaktır.
Peki o zaman tüm dinlerin en önemli söylemi inanç ne demektir? Doğru olduğunu düşündüğünüz bilgiye ne kadar bağlı olduğunuz sizin ne kadar inançlı olduğunuzu gösteriyor.
Doğru bilgi doğru eylemi gerçekleştirir diye yola çıkan insanlık, bir şey akla ne kadar yakınsa, o şeyin varlığı o kadar kesindir fikrine doğru yol aldı. Aslında aranan, kesin, değişmez her şart altında geçerliliğini koruyan, tüm zaman dilimlerinde hep doğru olacak bilgi ve kanunlardı. Bu bilgiler ve kanunlara bir kez ulaşıldı ise, ondan sonra yapılacak şey bu bilgi ve kanunlara sıkı sıkıya sarılmak, onları bir nevi kutsallaştırmak, zaten kutsal bir metinde rastladıysanız da kendinizi diğer tüm önermelere kapatarak bir kabul oluşturmak ana amaçtı. İnanç tam da bu değil mi? Doğru bildiğini sonuna kadar savunmak, bu uğurda gerekirse canını vermek ama asla inandığın şeyi değiştirmemek.
Bilim ve teknolojinin gelişiminin çok düşük olduğu yıllarda inanç oldukça rağbet gören bir düşünce idi. Bilim ve teknoloji geliştikçe, insanlık önündeki gizemleri çözmeye başladıkça gördü ki şimdiye kadar gelen önermelerin doğru olma şansı yok. Hatta doğru, sadece o an için geçerli ve kabul edilebilir manasına gelmekte. Yani doğruda diğer her şey gibi değişmekte. Sürekli dönen bir dünyanın üzerinde olduğumuz yerde hareketsiz durduğumuzda kendimizi sabit olarak adlandırabiliriz. Ancak dünya kendi etrafında ve güneşin etrafında, güneş kendi etrafında ve bağlı bulunduğu yıldız kümesi içerisinde, yıldız kümesi galaksinin içerisinde dönüyor ve konumu değişiyor. Biz kendimizi sabit kabul ettiğimizde uzaydaki yerimiz bütün bu değişkenlere bağlı olarak değişiyor. Biz uzaydaki konumumuzu ilgilendiren bir eylem yapacaksak bunların hepsini hesaplamalıyız ama yeryüzündeki bir eylemle planladıysak uzaydaki konumumuz ile ilgilenmesek de olur. Yani yeryüzünde sabit olduğumuza ve bunun geçerliliğine olan inancımız, kullandığımız ölçek değiştiği anda kaybolmakta. Bu durumda bilgilerimizden fikirlere ulaşacağımız yolda yeni bir yol göstericiye ihtiyacımız var. Biz ona bilimsel düşünce diyoruz.
Bilimsel düşünce, sürekli değişen ve gelişen bilgilerin olması, bu bilgilerin, bulguların ışığında o ana ait kuralların, kavramların oluşturulması olarak anlatılabilir, ama eksik kalır. Özellikle 1900 lerin başlarında gelişen bilimsel düşünce iki konuya özellikle vurgu yapar. Hiçbir zaman değişmeyeceğini düşündüğün kabullere sahip olma, her durumda geçerli olduğunu düşündüğün kavramları sorgula. İnsanlık çok uzun bir süre dünyanın tepsi gibi düz olduğunu düşündü, hatta bu o kadar büyük bir kabul idi ki, karşı çıkan derhal idam ediliyordu. Ama dünya yuvarlaktı ve bunu ortaya çıkaran insanlar inançsız oldukları için değil önlerindeki bilgiyi sorguladıkları için bu bilgiye ulaştılar. Bir an için dünyanın düz olduğunu varsayalım. Düz olan dünyanın düzlüğünü sorgulayan ve sonunda dünyanın düz olduğu sonucuna varan bir kimsenin, dünya üzerindeki insanlara bir zarar vermesi mümkün mü? Demek ki insanı öncüllerinden ayıran en önemli gelişme, belirli bir kabulün üzerine akıl yürütmek değil, herhangi bir önermenin kabul oluşturmaksızın sorgulanması çağdaş insanın düşünce şeklini oluşturmakta.
Evrende karşılaştığımız her sorun veya önerme için herhangi bir kabul kullanmadan sorgulamak çağdaş insanın görselini oluşturuyor. Ama bunun için bir yöntem oluşturmak, en az çağdaşlık kadar önemli. Bilimsel düşünce çağdaşlığı getiriyor ama aydınlanmaya ancak bilimsel yöntemi elde etmek ve değiştirmek ile ulaşılabilir. Niye aydınlanma terimini kullanıyoruz.
Karanlık, insanların görüşünü engelleyen duruma verilen isimdir. Aydınlık ise size görüş ve değerlendirme kabiliyeti kazandırır. Herhangi bir konuda fikir sahibi olabilmeniz için önce o konuda okur yazar olmanız gerekir. Bu kavram bir kitabı anlayabilmek için okuma, yazma bilmeniz gerekliliğinden yola çıkarak oluşturulmuştur. Siz yazılanları sese dönüştürecek beceriye sahip olabilirsiniz, ancak bu seslerin anlamlarını bilmiyorsanız o konuda okur yazar olamamışsınız demektir. Bu durumda iki seçeneğiniz var ya bilgilerinizi geliştirip kendinizi fikir oluşturabilecek seviyeye getireceksiniz, ya da bu konuda okur yazar olan insanların yorumlarını değerlendireceksiniz. İşte bilimsel yöntem tam da burada gerekiyor. Günümüz dünyasında her konuda okur yazar olmak mümkün değil. Eğer bilimsel yöntemi biliyorsanız çevrenizdeki bilgilere ulaştınız, değerlendirmeleriniz daha geçerli hale geliyor demektir. Size bu imkanı sunan yönteme aydınlanma diyoruz. Aydınlanmanın kapsamını eğitim yoluyla ne kadar genişletebilirseniz, topluluğunuza, ülkenize ve insanlığa o kadar fayda sağlamış olursunuz. Halkını yüzyılın en karanlık çukurundan kurtarıp aydınlığa çıkaran Atatürk, halkı bir daha o karanlığa düşmesin diye, “Benim sözlerim ile bilimin söyledikleri çelişiyorsa, siz bilimi takip edin” demiştir. Aydınlığa çıkan yolun parke taşları olan bilimsel yöntemi başka bir yazımızda değerlendireceğiz.